Zehir mi, Güzellik mi? Dul Avrat Otunun Hikâyesi
Doğanın bize sunduğu bazı bitkiler vardır ki, hem şifa hem de felaket taşır içinde. İşte dul avrat otu da bunlardan biri. Bahçede görseniz belki merak edip dalından koparacak, kiraza benzeyen o simsiyah parlak meyvesini ağzınıza atıvereceksiniz. Ama dikkat edin, o küçük meyve binlerce yıldır hem büyücülerin iksiri, hem hekimlerin ilacı, hem de kralların suikast silahı oldu.
Antik Roma’da zehirlenme vakalarının çoğunda onun adı geçer. Şaraplara damlatılan birkaç damla öz, imparatorluk tahtlarını yerinden oynatacak kadar güçlüydü. Ortaçağ Avrupa’sında ise işin boyutu daha da gizemliydi. Cadı kazanlarının kaynayan karışımlarında mutlaka dul avrat otu bulunurdu. Kadınlar onu sürünür, sonra da “uçtuklarını” iddia ederlerdi. Bugün biliyoruz ki bu aslında halüsinasyonlardan başka bir şey değildi.
Ama hikâye burada bitmiyor. Bitkinin Latince adı “belladonna” yani “güzel kadın.” Neden mi? Çünkü Rönesans döneminde kadınlar göz bebeklerini büyütmek için dul avrat otundan yapılmış damlalar kullanırdı. Gözleri iri iri bakan bir kadın cazibeli sayılırdı. Sonrası mı? Kimi kör oldu, kimi güzelliği uğruna sağlığını kaybetti.
Bizim topraklarda da adı çokça duyuldu. Osmanlı hekimleri onu dikkatle ölçüp tartarak, ağrı kesici ve spazm giderici ilaçlar hazırlardı. Halk arasında ise “zehirli kiraz” ya da “deli otu” denirdi. Belki de bu adlar, bitkinin cazibesiyle tehlikesi arasındaki ince çizgiyi en güzel şekilde anlatıyordu.
Bugün ise dul avrat otu, modern tıbbın raflarında kendine sağlam bir yer edindi. Göz muayenelerinde damlatılan ilaçların içinde, Parkinson tedavisinde, hatta bazı zehirlenmelere karşı panzehir olarak karşımıza çıkıyor. Yani hâlâ hayatımızda ama artık bilim kontrolünde.
Sonuçta dul avrat otunun hikâyesi bize şunu hatırlatıyor: Doğa, hem şifayı hem de zehri aynı yaprakta bize sunuyor İnsan ise merakıyla, ihtirasıyla, bazen de güzellik uğruna göze aldığı risklerle bu yaprakların onlara getireceği kaderi belirliyor.